Osmanlı'dan Cumhuriyet Dönemine Ahlak Eğitimi

Osmanlı'dan Cumhuriyet Dönemine Ahlak Eğitimi

Ahlâk, Arapçada “seciye, tabiat, huy” gibi mânâlara gelen “hulk” veya “huluk” kelimesinin çoğuludur.[1] İslam ulemasının anlayışına göre “yaradılışa, fıtrata uygun” davranma hâli…

Modern zamanlara kadar gelen bir klasik imparatorluk olan Osmanlılar da ahlâkı böyle anlamış ve tedris ettirmiştir. Kur’an-ı Kerim’de insanı, “halifetullah” ilân eden âyetler ve “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın” mealindeki hadis-i şerif, ister istemez konunun teolojik bir alana çekilmesini beraberinde getirmiştir. Zira ahlâkın mücerred (soyut) bir kavram olması, meselenin metafizik ve ruhanî bir boyutta değerlendirilmesini gerekli kılar. Fransız İhtilâli sonrasında her ne kadar “insanlığın ortak değerleri”, “insan hakları” gibi kavramlar ortaya atılsa da bunlar daha çok dünyevî kural dayatmalarıyla zuhur etmiştir. Misalen, Almanya’da bir vatandaşın arabasını belli usullere göre park etmesi veya yayaya mutlak surette yol vermesi; kişinin çok ahlâklı olduğunu göstermez. Çünkü bunu yapmadığı takdirde cezaî müeyyideye uğrama ihtimâli kuvvetlidir. Ahlâk, klasik mânâda vicdanen kişinin “rüşd” sahibi olup; bu şekilde bir tarz-ı harekette bulunması olarak anlaşılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ahlâk, terbiyenin konusudur. Terbiyenin de “rab” kelimesiyle aynı kökten geldiğini düşünürsek, dinî sahanın nasıl hayat ile iç içe geçtiğini anlarız. Terbiye ise evvelâ ailede başlar. Devlet daha çok talim yani “öğretim” ile mükelleftir. Ancak “öğretim” her zaman fiile intikal etmeyebilir. Örneğin dişlerin fırçalanmasının gerekliliği bir çocuğa öğretilebilir ve o çocuk dişini fırçalaması gerektiğini idrak edebilir. Ancak bunu alışkanlık haline getirmediyse yani o konuda terbiye edilmediyse dişlerini fırçalamaz.

Bu sebepten dolayı terbiye, ailede öğrenilir. Lâkin aile ferdleri de bu hâl ve tavırları hayatın sivil alanlarından kazanıp evlâtlarına aktarması icabını hisseder. Bu sivil alanlar Selçuklu’dan itibaren tekke ve zaviye; ticarî olarak da Ahî teşkilâtıyla doldurulmuştur. Keza tekke şeyhlerine mürşid denilmesi de kişiyi “rüşd” sahibi kılmasından dolayıdır.

Ahlâk bilgisi olarak öğretimin her ne kadar medresede yapıldığını düşünsek de, Osmanlı klasik dönem medreselerinde böyle bir ders yoktur. Medreselerde aşağı yukarı Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Akâid, Mantık, Arap Dili ve Edebiyatı (Sarf-Nahiv-Belâgat), Riyaziye, Hikmet, Hesap, Heyet ve Hendese dersleri verilmektedir. Fakat bu dersler içerisinde ahlâkın müstakil bir derse konu olmaması, ahlâk öğretiminin yapılmadığı mânâsına gelmemelidir. Zira bütün bu derslerin içerisinde ahlâkî bilgi aktarılmaktadır. Birçok ahlâk ve ahlâk felsefesi kitaplarının yazılması ve klasik İslam ahlâk metinlerinin kullanılması bu kanaati güçlendirmektedir.[2] Bu dönemde bilhassa klasik dönem İslam âlimlerinden İbn Miskeveyh, İmam Gazzâlî ve Nasiruddin Tusî’nin ahlâka dair eserleri Osmanlı döneminde kaleme alınan kitaplarda tesirini gösterir.

Klasik Osmanlı dönemini etkileyen İslam ahlâkçılarının eserlerinde hikmet, iffet, adalet ve şecaât kişilerde bulunması gereken faziletler olarak ifade edilmiştir. Cahillik, hırs, tamah, korkaklık ve zulüm ise kötü huy olarak görülmektedir. Ahlâkçılar fazilet ve kötü huy olarak ifade ettikleri davranışları âyet ve sünnet ışığında açıklama yoluna gitmişlerdir.[3]

Osmanlı döneminde en çok bilinen eser Ahlâk-ı Alâî olmuştur. Bu eser Osmanlı’nın faziletli âlimlerinden olan Kınalızâde Ali Çelebi’nindir. Mısır’da basılmış olan kitap ahlâk ilmine dair kitap yazan Osmanlı eğitimcilerinin tamamına kaynaklık etmiştir. Bu değerli eserin ibaresi, sadeleştirilmekle beraber, zamanımıza göre bazı gerekli ilaveler yapıldığı takdirde, en mükemmel ahlâk eseri olacağı hususunu açıklamaya gerek yoktur. Kınalızade’yi yayına hazırlayan Mustafa Koç şu değerlendirmede bulunmuştur: “Şahsî ahlâktan devlet yönetme âdabına, dünyevî ahlâktan uhrevî mesuliyete kadar birçok konunun derinlikli işlendiği bir eserdir. Aynı zamanda şark mirasını ve şarkın ahlâk sahasında devraldığı antik Yunan metinlerinin tesirlerini bünyesinde toplamış, dinî ve tasavvufî cepheleri bu mirasa ilave etmiş seviyesi yüksek bir metindir. Eser, saray erkânının terbiyesini, ilmiye sınıfının istinat ettiği yüksek ahlâkı ve umumî halk zümrelerinin ihtiyacını karşılama kabiliyeti itibarıyla kuşatıcı bir metindir. Saray kütüphanesinde nüshası en çok yer alan ahlâk kitabı olması itibariyle Ahlâk-ı Alâî bir devlet kitabıdır.”[4]

Bu dönemde kaleme alınmış bir diğer kitap Câmiü’n-Nasâyih’tir. Hicrî onuncu asır âlim ve şairlerinden Kudüs’te defnedilen Huseynî tarafından Türkçe yazılan manzum, büyük bir eserdir. Ayrıca Şair Nâbî’ye ait Hayriyye isimli bir manzum eser daha vardır. Hayriyye, divan edebiyatı içerisinde didaktik şiir türünde değerlendirilmiştir.[5] Yine Garîbnâme veya Maârifnâme ismiyle bilinen bilgin şeyhlerden Âşık Paşa’nın ahlâk ve tasavvuf kitabı akla gelmelidir. Eser mesnevî tarzında manzum bir şekilde kaleme alınmış olup hacmi dört bin mısra civarındadır. Hekimbaşı Abdülaziz Efendi de İlm-i Ahlâk adlı bir eser yazmıştır. Mürşidü’l-İbâd da Osmanlı matematik âlimlerinden Konyalı Abdullah bin Şükrü’nün olup, ahlâk ve tasavvuftan bahseder.[6]

Her sahada ahlâk

Osmanlı lonca teşkilâtında büyük bir rolü olan Ahîlik de içtimaî düzenin işleyişinde pay sahibidir. Buradaki esnafın ticaret hususunda doğru ve ahlâklı davranmasına ehemmiyet verilmiş; bu sebepten tasavvuf erbabıyla iç içe olmalarına dikkat edilmiştir. Daha devletin kuruluşunda Vefaî tarikatı şeyhi olan Şeyh Edebalı’nın aynı zamanda bir Ahî reisi olduğunu düşünürsek bu birlikteliği daha iyi anlarız. Ahîlik aynı zamanda sanat ve zanaatın da icra edildiği bir müessese olduğundan cemiyetin birçok sahası bu şekilde dizayn edilmeye çalışılmıştır. Tarikatta nasıl ki bir şeyhe bağlanmaksızın seyr-i sülûk mümkün olmuyorsa Ahîlikte de pir veya ustaya bağlanmadan başarı ve kemâle erişilemez.[7] Keza Ahîliğin temel eserleri olan fütüvvetnamelerde de daimî surette “lütuf, tevazu ve ahlâka” vurgu yapılması bu sebeptendir.

Osmanlı Devleti’nde klasik dönemde hem okul öncesi hem de ilköğretim kurumu konumunda olan sıbyan mektepleri ya da diğer bir isimle mahalle mektepleri, Tanzimat’la birlikte başlayan modernleşme sürecinde bir yandan ıslah edilmeye çalışılmış; diğer yandan da batı tarzı ilköğretim kurumları olan “ibtidâî mektepler” açılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla Tanzimat’tan sonra özellikle 1869 Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi ile birlikte ilköğretim kurumu olarak devlete bağlı ibtidâî mektepler yer almakla beraber, vakıflara bağlı sıbyan mektepleri de sayıları zamanla azalmış olsa da varlığını Cumhuriyet’e kadar devam ettirmiştir. Müslüman olan her ailenin çocuğunun gelebildiği bu mekteplerin kuruluş gayesi çocuklara okuma yazma öğretmek, dinî ve ahlâkî öğretimi gerçekleştirmekti. Sıbyan mekteplerinde çocuklara Kur’an’ın okunuşu, tecvit ve bazı dualar öğretiliyor; çeşitli dinî bilgiler Türkçe olarak veriliyor; dinî, ahlâkî nasihatler veren Türkçe bazı manzum kitaplar okutuluyordu. Velisi istediği takdirde çocuk, hafızlığa da çalıştırılıyordu.[8] Tanzimat sonrasında da sıbyan mekteplerinde müstakil bir ahlâk dersi olmayıp bilhassa ilmihâl dersinde ahlâk tedrisatı yapılmaktaydı.

Daha sonra Meclis-i Umûr-i Nâfia tarafından hazırlanan proje neticesinde mahalle arasındaki küçük mektepler, Kur’an, ilmihal ve tecvit öğretimine; büyük olanlar ise daha geniş bir program ile okuma yazma, ahlâk kitapları ve ilmihal öğretimine tahsis edilecektir.[9] 1838’de rüşdiyelerin açılmasıyla sıbyan mekteplerine ibtidâî mektepler denilmeye başlandı. 1870’de hazırlanan bir nizamnâme ile ibtidâî mekteplerin ders programları üzerinde çalışılmış ve Islah-ı Mekâtib komisyonu kurulmuştur. Komisyon adına, üyelerinden Selim Sabit Efendi (ö. 1911) tarafından bir risale hazırlanmıştır ki daha sonra kitap olarak yayınlanan bu pedagojik eser, “Rehnümâ-yı Muallimîn” adını taşımaktadır.[10]

Hazırlanan eserden hareketle mektebin 1. senesinde: Elifbâ, Kur’an-ı Kerim, Ahlâk, Hesab-ı Zihnî, Yazı derslerinin verilmesi öngörülmüştür. Böylelikle “Ahlâk” ilk defa müstakil bir ders olarak okutulmaya başlanmıştır. Rüşdiye mektepleri ise kurulduktan kısa bir zaman sonra “askerî” ve mülkî” olmak üzere ikiye ayrılmış ve her ikisinde de “Ahlâk” dersi yer almıştır. Sultan II. Abdülhamid dönemine gelindiğinde ise ahlâkın edebiyat ile birlikte ders programında yer aldığını görmekteyiz. Bunun yanında Mekteb-i Mülkiye’de ve Darülmuallimin’de de Ahlâk dersinin okutulduğu ders müfredatlarından görülmektedir.[11]

Cumhuriyet’ten sonra ise ahlâk dersi 1933’e kadar malûmat-ı vataniye ile birlikte okutulmuştur. 1943 yılından itibaren ahlâk öğretiminin bir ders olarak mı yoksa yurttaşlık bilgisi ve Sosyoloji dersleri içinde mi okutulması gerektiği tartışılmaya başlanmıştır. Tâlim ve Terbiye Kurulu’nun aldığı karar ile ancak 1974-1975 öğretim yılından itibaren ilk ve orta dereceli okullarda birer saat ahlâk derslerinin okutulması uygun görülmüştür. 1982 yılında din derslerinin zorunlu dersler arasına alınarak ahlâk dersi ile “Din ve Ahlâk Bilgisi” adı altında birleştirilmesine kadar ahlâk, diğer derslerden bağımsız, mecburî bir ders olarak ilkokul dördüncü sınıftan lise onuncu sınıfa kadar okullarda okutulmuştur.

1982 yılında Anayasa’nın 24. maddesi ile zorunlu dersler arasına giren “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi, okullarda hâlâ varlığını korumaktadır. Son yıllarda bu dersin muhtevası ve usulü ile alâkalı olumlu gelişmeler yaşanmakla birlikte; “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” ders kitaplarında ve dersin uygulanmasında birtakım eksiklikler olduğu söylenebilir. Teknoloji destekli eğitim-öğretimin ön plana çıktığı günümüzde, “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” kitaplarının görsel açıdan geçmişle kıyaslanamayacak derecede iyi bir noktada olduğu görülmektedir. Aynı şekilde dînî bilgilerin öğretiminde kullanılan metot ve tekniklerin de her geçen gün daha iyi bir seviyeye geldiği âşikârdır.[12] 

[1] Mustafa Çağrıcı, “Ahlâk”, TDVİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi), İstanbul 1989, s. 10.

[2] Muhammed Ali Yazıbaşı, “Klasik Osmanlı Döneminden Cumhuriyet’e Osmanlı’da Ahlâk Eğitimi ve Öğretimi”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, C. 3, Sayı: 4, s. 764.

[3] Muhammed Ali Yazıbaşı, agm, s. 766.

[4] Büyük Türk Klasikleri: Başlangıcından Günümüze Kadar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1985, s. 173.

[5] Şair Nâbî, Hayriyye, Haz. İskender Pala, Bedir Yayınevi, İstanbul 1989.

[6] Bursalı Mehmed Tahir, “Ahlâk Kitaplarımız”, Sadeleştiren: Saadettin Özdemir, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2009/1, Sayı: 22, s. 170.

[7] Geniş bilgi için bkz. Ali Yılmaz, “Ahîlikte Din ve Ahlâk Eğitimi”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.  

[8] Gülsüm Pehlivan Ağırakça, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Mekteplerde Ahlâk Eğitim ve Öğretimi”, Marmara Üniversitesi Sosyla Bilimler Ensitütüsü İlahiyat ana Bilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, s. 12.

[9] Z. Salih Zengin, Tanzimat Dönemi Osmanlı Örgün Eğitim Kurumlarında Din Eğitimi ve Öğretimi (1839-1876), MEB Yayınları, İstanbul 2004, s. 37, 38;

[10] Gülsüm Pehlivan Ağırakça, agt, s. 35.

[11] Agâh Sırrı Levend, “Ümmet Çağında Ahlâk Kitaplarımız”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara 1964, s. 89-90.

[12] Gülsüm Pehlivan Ağırakça, agt, s. 478-479.

Samet Tınas

Marmara Üniversitesi Yeniçağ Tarihi Doktora Öğrencisi